Gezi Davası’nın 25 Nisan’daki karar duruşmasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan iş insanı Osman Kavala’nın BirGün Pazar’da mektubu yayımlandı.
Gezi Parkı’na yapılması planlanan projenin, gösterilere katılanlar için bardağı taşıran son damla olduğunu aktaran Kavala, ağaçların olduğu bir parkın yıkılacak olmasının insanlarda daha derin bir etki bıraktığını söyledi. “Gençler, içinde kendilerini iyi hissettikleri, ağaçlarla, yeşille bütünleştikleri, ortak bir yaşam oluşturdukları bir parkı despotça bir müdahaleye, bir işgale karşı korudular” diyen Kavala, Gezi Parkı’na gidildiğinde farklı kesimlerin bir araya geldiğini anlattı.
Osman Kavala’nın mektubu şöyle:
“Tapınaktır ağaçlar. Onlarla konuşmayı, onları dinlemeyi bilen hakikati öğrenir. Öğretiler ve reçeteler vaaz etmez onlar, münferit şeylere aldırmadan hayatın kadim yasasını söylerler.”
Herman Hesse, Ağaçlar
‘AĞAÇLARIN SÖKÜLECEK OLMASI DAHA GÜÇLÜ BİR İÇGÜDÜSEL TEPKİYİ TETİKLEDİ’
Ben direnişi başlatan “birkaç ağacın sökülmesi” olayı ve bu kapsamda ağaçlarla ilişkimiz üzerine birkaç şey eklemek istiyorum. Güray Öz’ün bu sayıda çıkan yazısındaki, “Önce, toprağı, yeşili, ağacı korumak için içgüdüsel, kendiliğinden ama bastırılması güç bir hareket olarak kendisini gösterdi son zamanların en demokratik, en meşru direnişi” cümlesi bana Gezi’de ifade bulan tepkinin gücü, içgüdüselliği ve meşru olma niteliği arasında güçlü ilişkiler olduğunu düşündürdü. Gezi öncesi, insanları bunaltan, özgürlüklerine, yaşam biçimlerine yönelik bir dizi müdahale olmuş, çevreye zarar veren, kentsel dokuyu, kültürel mirası tahrip eden bir dizi proje hayata geçirilmişti. Bu bakımdan, Gezi Parkı’nı yok edecek yapılaşmanın ilan edilmesi ve hızla bu işe girişilmesi, bardağı taşıran son damla olarak görülebilir.
Ancak, bu ‘son damla’nın öncekilerden farklı bir özelliği de olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce günlük yaşamın parçası olan parkta ağaçların sökülecek olması, sadece çevreye verilen zarardan dolayı insanları rahatsız etmedi, daha derin ve güçlü bir içgüdüsel tepkiyi de tetikledi. Ağaçlarla aramızda duygusal bağlar var. Ağaçların bizlere güzel gözükmesinin, estetik duygularımıza hitap etmesinin kökeni çok eskilere dayanıyor. Evrimimizin erken dönemlerinde beslenmenin yanı sıra tehlikelere karşı korunmak için de ağaçlardan faydalandık, ağaç üstlerini güvenli yerler olarak kullandık. Şehirlere yerleşip dört duvar arasına kapanmamız bizi ağaçlardan uzaklaştırdı. Bu eksikliği uzaktan ağaçlara bakarak ve duvarlarımızı, içinde ağaçların olduğu manzara resimleriyle süsleyerek gidermeye çalışıyoruz. Her şeyin metalaştığı rekabetçi toplum düzeninin, iş güvenliğini de ortadan kaldıran bir kaos haline dönüşmesi, dijital, sanal alemin hayatlarımızı gittikçe daha fazla işgal ediyor olması, Franco Berardi’nin söylediği gibi, duyusal ve duygusal yoksullaşmaya yol açıyor. Bu kaos ortamına, temel hukuk ve demokrasi kurallarını çiğneyen otoriter yönetim, insan hayatına değer vermeyen kamu politikaları eklendiğinde insanlar bıkkınlaşıyor, hayattan tat alamayacak hale geliyorlar. Böyle bir ruh hali içinde, insanların her şeye rağmen varlıklarını devam ettiren diğer canlılarla ilişki kurmalarının sağaltıcı bir etkisi oluyor. Parklarda kendimizi iyi hissetmemizin en önemli nedeninin ağaçlara yakın olmanın verdiği güven hissi olduğunu düşünüyorum.
Gündelik hayatımızın parçası olan, temel insani bir ihtiyaca karşılık veren parkın, bir alışveriş mabedini inşa etmek için yok edilmesi, bunun için ağaçların sökülmesi, sanırım varoluşumuzla ilgili tehlikeleri içgüdüsel olarak hissetmemizi, bu konuda zihnimizin daha berraklaşmasını sağladı, böylelikle kendimizi, hayatımızı savunmak için bize ilave enerji kazandırdı.
Gezi Parkı’na iş makinelerinin girmesiyle birlikte İstanbul’un semtlerinde ve birçok şehirde farklı dayanışma eylemleri, protesto gösterileri düzenlendi.
‘GEZİ PROTESTOLARININ, NEOLİBERALİZM KARŞITI EYLEMLERDEN FARKI VAR’
Bunları kumanda eden ortak bir beyin yoktu ama hareketin kalbi vardı; kalbi Gezi Parkı’ydı. Parkta toplanan gençlerin sergilediği dayanışma, düşünce, ya da ideoloji farklılıklarını önemsiz hale getirdi, parkı, ağaçları koruma eyleminin temelindeki ahlaki haklılık protesto eylemlerine güçlü bir meşruiyet kazandırdı.
Bu bakımdan, Gezi deneyiminin dünyada yaşanan neoliberal düzene ve bu düzenin simgelerine karşı düzenlenen eylemlerden bir farkı var. Kamu çıkarlarına zarar veren bir kurum, yabancı bir mekân işgal edilmedi. Gençler, içinde kendilerini iyi hissettikleri, ağaçlarla, yeşille bütünleştikleri, ortak bir yaşam oluşturdukları bir parkı despotça bir müdahaleye, bir işgale karşı korudular. Bu davranışın sağladığı moral güç ve enerjinin başka tehditlere karşı tavır almalarını da kolaylaştırdığını düşünüyorum. Bu nedenle Öz’ün aynı yazıda yaptığı “Biz Gezicilerden ağaçları korumanın pek çok şeyi korumakla mümkün olduğunu öğrendik” değerlendirmesinin tersinin de doğru olduğuna inanıyorum. Ağaçları korumak için harekete geçme, bir arada davranma içgüdüsü, başka birçok şeyin korunması için bizi daha duyarlı ve kararlı hale getirdi.
Gezi Parkı insanların otomobilleriyle ziyaret ettikleri bir yer değil, Taksim civarında yaşayanların, çalışanların yararlandıkları bir mekân. Orada sohbet eden üniversiteli gençleri, maç yapan ayakkabı boyacısı çocukları, hava almaya çıkmış apartman görevlilerinin ailelerini, Taksim Meydanı’nı seyreden Suriyeli göçmenleri görürsünüz. Parka gitmek sadece ağaçları değil, toplumu oluşturan farklı kesimlerden insanları da yakından izleme fırsatı verir. Eşit ve farklı bireyler olarak aynı mekânı paylaşmaktan huzur duymak, keyif almak bir arada yaşamak için değerli bir deneyimdir, başka yerlerde böyle bir, bir aradalık olmaz, alışveriş merkezlerinde hiç olmaz.
‘CEZALARIN İNSANLARDA BARIŞ İÇİNDE YAŞAMA DUYGUSUNU TETİKLEYECEĞİNE İNANIYORUM’
Gezi davasının da ağaçların sökülmesine benzer bir etki yarattığına inanıyorum. Gezi davası, Cumhurbaşkanı’nın Gezi’yi kriminalize eden söylemine dayanak olması amacıyla başlatılan bir cezalandırma ve aynı zamanda algı oluşturma girişimiydi. Yani, bir ‘gösteri davası’ydı. Ancak siyasi yönlendirmeler ve uygulanan çelişkili taktikler sonucu hukuk normlarından, olağan yargılama usullerinden o kadar uzaklaşıldı ki dava amaçlananın tersi bir etki yarattı. Çoğulcu, eşitlikçi bir kent hayatını savunan insanların ağır cezalara çarptırılmaları Gezi’nin meşruluğuna gölge düşürmedi; aksine mahkemenin meşruluğunun sorgulanmasına neden oldu, yargının bu şekilde kullanılmasının tüm yurttaşlar için ne kadar ciddi bir tehdit teşkil ettiğinin herkes tarafından görülmesini sağladı. Bu durumun da birlikte barış içinde yaşama içgüdüsünü tetikleyeceğine, hukuk devletinin kurulması doğrultusunda güçlü bir iradenin ortaya çıkmasına katkı sağlayacağına inanıyorum.
Öz’e katılıyorum, “Gezi, öncesi, şimdisi ve geleceği ile genişleyen hak, hukuk mücadelesinin yasallığının, meşruiyetinin adıdır.” Bunu da sanırım, kısmen, Gezi’nin ağaçlarına borçluyuz. (HABER MERKEZİ)